İSLAMİ İLİMLERDE YÖNTEM ÜZERİNE KONUŞMALAR” SEMİNERLERİNİN İLK OTURUMU GERÇEKLEŞTİRİLDİ.



Fakültemiz, “İslami İlimlerde Yöntem Üzerine Konuşmalar” konulu seminerler dizisinin, 29 Şubat 2012 Çarşamba günü gerçekleşen ilk oturumunda “Kelam” başlığıyla Prof. Dr. İlhami Güler’i konuk etti. İlhami Güler İslami ilimlerde metodoloji sorunlarına ve klasik Kelam tarihine dair değerlendirmelerde bulunduğu konuşmasında özellikle son yüzyılda İslam dünyasında Kelam alanında ortaya konulan yeni metot arayışlarına değindi. Güler söz konusu yeni Kelam teorilerini sadece aktarmakla kalmadı, zaman zaman yaptığı karşılaştırmalarla mevcut çalışmalara dair özgün değerlendirmelerde de bulundu.

İlhami Güler konuşmasına Kur’an’ın genel söyleminin düşünce, duygu ve davranış birlikteliğine dayanan bir bütünlük arzettiğini belirterek başladı. Güler, bu üç unsurun birlikteliğinin ‘kişinin Allah ile ve toplum ile ilişkileri’ bağlamında ‘dinsel akt ’ için temel zemini oluşturduğunu, fakat bu zeminin İslam toplumunun tarihsel yürüyüşü içinde yitirildiğini, düşünce, duygu ve davranış birlikteliğine dayanması gereken Kur’ani söylemin erken dönemde dağılmaya maruz kaldığını belirtti. Güler, “tarihin bir cilvesi” olarak tanımladığı erken dönemdeki bu dağılmanın bugün halen devam eden İslami ilimlerde bütünlüğün kaybedilmesi sorununa neden olduğunu vurguladı.

İlhami Güler sunumunda İslam toplumunun tarihsel tecrübesinin neden olduğu bu parçalanmanın aslında dinin parçalanması anlamına geldiğini belirtti. Bu parçalanmanın tarihte İslam kültürü , mezhepler ve fırkalar çerçevesinde daha da geliştiğinden ve farklılaştığından bahseden Güler, bugün İslami ilimlerde adeta “ulus devlet sınırları” gibi tabulaştırılan, sınırlanan bir ayrışmanın olumsuzluğuna değindi. İlhami Güler, bu minvalde İslami İlimleri yöntemsel olarak yeniden bir okumaya tabi tutmaya çalışan gayretlerin az olduğuna dikkat çekti.

Konuşmasında Kur’an’ın ‘düşünce-duygu-davranış’ bütünlüğü içindeki temel paradigmasının parçalanması bağlamında Kelam tarihinin de bir değerlendirmesini sunan İlhami Güler, son yüzyıla gelene dek ortaya konulan kelami çabaların ilk dönem mütekaddimun kelamcılarının çabalarından ve bunların tekrarından ibaret olduğunu belirtti. Güler’in aktarımıyla; özellikle itikadi konularda yabancı ve batini anlayışlarla mücadele temelli bir düşünce tarzı olarak ortaya çıkan ilk Kelam hareketi, yani Mutezile ve özellikle Abbasiler döneminde Yunan felsefesi ile karşılaşmanın bir neticesi olarak İslam felsefesi, İslam toplumunda özellikle düşünce alanındaki faaliyetlerin ilklerini oluşturmuştur. Her ne kadar Ortaçağ boyunca İslam felsefecileri Kelamın temel metodu olan cedele kesin bilgi (burhan) elde etme noktasında eleştirilerini sürdürseler bile öncelikle Mutezile, daha sonra ona karşı ortaya çıkan Eşarilik ve onunla eş zamanlı olan ve daha çok bu iki kelam ekolünün arasında durmayı tercih eden Maturidilik yoluyla Kelam epistemolojisi var olmaya devam etmiştir. Güler’e göre mütekaddimun dönemi kelamcıları, yani Gazali öncesi kelamcılar bu dönemde üstün bir performans ortaya koymuşlardır. Bütün ana ekoller bu dönemde ortaya çıkmış, bütün temel Kelam metinleri bu dönemde kaleme alınmıştır. Kelamın bütün önemli kavramları bu dönemde yaratılmıştır. Gazali ve Razi gibi mütekaddimun sonrası kelamcılar da ise bir telfik ve sentez çabası göze çarpmaktadır. Razi de özellikle Felsefe ve Kelam, Gazali de ise Felsefe, Kelam ve Tasavvuf’un sentezlenmesiyle oluşmuş bir anlayış ortaya çıkmıştır. Özellikle Gazali sonrası Kelamı büyük ölçüde şerh ve haşiyeler dönemidir. Güler, bu dönemi Fazlurrahman’ın tanımlamasıyla “büyük ölçüde kasvetli bir edebiyat” olarak niteleyerek özellikle 12. yy.dan, yani medreselerin teşekkülünden sonraki dönemde, Kelamdaki asıl gayenin oluşmuş olan ekollerin temel düşüncelerinin sonraki nesillere aktarılması ve taşınması maksadıyla medreselerde talim ettirildiğini belirtti.

19. yy’in başına dek Kelam’daki durumu bu şekilde özetleyen İlhami Güler, bu dönemde, özellikle Seyyid Ahmed Han, Muhammed Abduh, Afgani ve Musa Carullah’ın durağanlaşmış bulunan kendini tekrar eden ve epistemolojisini ve problematiğini tamamen oluştukları tarihsel dönemin sorunlarından alan Kelam ilminin mevcut yapısına şiddetle karşı çıktıklarını söyledi. Güler, Muhammed Abduh’un sıfatlar konusunda Eşariliğe yakın, fiiler konusunda Mutezile’ye yakın bir tarzla Kelamı yeniden bir okumaya tabi tutma çabasına, Seyyid Ahmed Han’ın dönemindeki Batı felsefelerinden ve özellikle İslam filozoflarından etkilenerek Kelamda yenilikler yapmaya çalışmasına, yine aynı şekilde Musa Carullah’ın Kelama getirdiği sert eleştirilerini zikretti. Güler bu dönemin Kelamda yeni bir metodoloji ortaya koymaktan ziyade İslam dünyasının siyasal olarak çöktüğü bir durumda, bir bakıma el yordamıyla bazı çalışmalar ortaya koydukları bir dönem olduğunu vurguladı.

Kelam alanında yeni yöntem teorileri geliştiren isimlerin ise ancak son yüzyılda ortaya çıktığını belirten Güler, bu bağlamda Muhammed İkbal, Fazlurrahman, Hasan Hanefi, Muhammed Arkoun, Cabiri, Taha Abdurrahman ve Türkiye’de Hüseyin Atay’ın çalışmalarının önemini vurguladı.

İlhami Güler sunumunu bu isimlerden Muhammed İkbal, Fazlurrahman, Cabiri, Hasan Hanefi, Muhammed Arkoun ve Taha Abdurrahman’in Kelam’da yeni metod arayışlarına dair gorüşlerine deginerek sürdürdü.

İlk olarak Muhammed İkbal’e değinen Güler, İkbal’in özellikle “İslami Düşüncenin İhyası’ adlı eserinde Kelami bir caba içinde olduğunu vurguladı. Güler’e göre İkbal’in metodolojiye dair görüşlerinde iki husus ön plana çıkmaktadır. İlk olarak İkbal; öncelikle Eşari atomculuğunu dönemindeki çağdaş fiziğin ulaştığı ilkelerle birleştirerek bir ontoloji yapmaya çalışmıştır. Yani İslamın varlık felsefesini yeniden oluşturmaya çalışmıştır. İkbal İslam filozoflarının ortaya koydukları, daha ziyade Yunan felsefesini esas alan metafiziği Kur’an’la çeliştiğini ifade ederek reddetti. Vahdet-i Vücuda karşı çıktı. Fakat Mevlana’nın aşk felsefesinin etkisinde kaldı. Bir bakıma İkbal, Whitehead’in Süreç felsefesi, Eşari atomculuğu ve mistik tecrübeyi birleştirerek adına ‘panenteizm’ diyebileceğimiz bir varlık felsefesi ortaya koymaya çalışmıştır.

Güler’e göre; ikinci olarak İkbal, mistiklerin sezgisi ile pozivist bilimcilerin aklının iki ayrı şey olmadığını savundu. İkbal akılla sezginin birbirinden ayrı değil, birbirinin devamı olduğunu ve aralarında organik bir ilişki bulunduğunu söylemektedir. Bir anlamda Bergson’un “Sezgi aklın en üst seviyesidir” sözünü benimsemistir. Güler, İkbal’in din ve bilim, akıl ve sezgi, gelenek ve modernite arasında bir sentez yapmaya çalıştığını vurguladı.

Daha sonra Fazlurrahman’a değinen İlhami Güler,onun klasik Kelamı hem epistemolojik olarak hem de içerik olarak eleştirdiğinden bahsetti ve Fazlurrahman’ın düşüncelerini şu şekilde değerlendirdi: Fazlurrahman tamamen Kur’an’dan kalkan bir söyleme ve metodolojiye dayanarak bir düşünme sistemi ortaya koymaya çalışır. Bu minvalde hem Mutezile’ye (Allah’ın sıfatlarının ta’tili, insanın fiillerinin Allah ile ilişkisinin inkarı ve Allah’ın merhametini geri plana atmaları hususlarında), hem de Eşariliğe (insan iradesini reddetmek, Allah’ın fiillerindeki amaçlılığı reddetmek ve doğadaki sebebliliğin inkarı konularında) ciddi eleştiriler getirmiştir. Fazlurrahman Mürcie’ye ve dolaylı olarak Maturidiliğe de önemli eleştiriler de bulunmuş, Mürcie’yi imanla inancı ya da imanla tasdiki karıştırmakla eleştirmiş ve ikinci olarak da iman ile ameli ayırmakla suçlamıştır. Fazlurrahman’a göre amel ile imanı ayıran irca düşüncesi Eşariliğin cebir düşüncesi ve tasavvufun Kur’an’daki hak-bâtıl, hizbuşşeytan-hizbullah ayrımını ortadan kaldıran vahdet-i vücud felsefesi ile birleşince Kur’an’da ortaya konulan dinamik, sorumlu eylem teorisi büyük ölçüde zayıflamıştır. Zaman içerisinde ahlaksızlığın yaygınlaşmasının teolojik zemini oluşturulmuştur.

Fazlurrahman bu eleştirileri ortaya koyduktan sonra bu yanılgıların malul olduğu sonucu şu şekilde ortaya koyar . Güler’in ifadesiyle Fazlurrahman’a göre bütün Ortaçağ Kelamı Kur’an’dan kopuk bir şekilde oluşmuş ve gelişmiştir. Kelam Kur’an’dan parçacı ve lafızcı bir şekilde faydalanmıştır, bütünlükçü bir okumayla Kur’an’a yaklaşmamıştır. Bu bağlamda Fazlurrahman’ın metodunun iki önemli özelliği Kur’an’ı indiği tarihsel dönemi göz önünde bulundurarak anlamak ve ikincisi Kur’an’ı kendi bütünlüğü içinde anlamak.

Fazlurrahman klasik Kelamı eleştirdiği gibi Muhammed İkbali de metodu ve kullandığı malzeme bakımından Kur’an’a dayanmamakla, kur’an’dan başka felsefelere dayanmakla eleştirir. Bu eleştirileri yaptıktan sonra Fazlurrahman kendi metodunu ortaya koyar ve ‘Ana Konularıyla Kur’an’ isimli kitabında Kelami görüşlerini kaleme alır. Fazlurrahman öncelikle bir usül ve dünya görüşü ortaya koymak gerektiğini savunur ki ona göre bu Kur’an’dan kalkarak ortaya konacak bir dünya görüşüne sahip olmayı gerektirir. Bundan sonra ikinci adım kelamcıların Kur’an’ın dünya görüşünü esas alan bir ahlak ortaya koymaları olmalıdır.

Fazlurrahman’ın ardından Cabiri’nin İslami ilimlere dair düşüncelerine ve metoduna değinen Güler, onun klasik Kelamı Fıkıh ile beraber ‘beyan’dan kaynaklanan bir ilim olarak değerlendirdiğinden bahsetti. Güler, Cabiri’nin gorüşlerini de şu sekilde değerlendirdi. Cabiri klasik Kelam tarihine getirdiği eleştiriler de özellikle müteahhirun Kelamında irfanda zahir-batın, burhanda elfaz-makulat, beyan da ise şahit-gaib, lafız-mana vs. biçimindeki ikilikler arasında anlamın dağıldığını ve bu yüzden düşünce üretilemediğini belirtmistir. Bu bağlamda Cabiri metot olarak, İbn Hazm, İbn Haldun, İbn Rüşd, İbn Teymiyye, Şatibi ve İbn Bacce gibi Mağribli ilim adamlarının Kelama yönelttiği eleştirileri benimsiyor ve Kelam ilmini yeniden kurmak için onların geliştirdikleri yolun takip edilmesini, bu çizginin diriltilmesini öneriyor. Güler’e göre bu çizginin temel özelliği ana metnin yoruma sokulmaması, lafza dokunulmaması manayı lafızdan çıkarmak ya da lafzı istismar etmek yerine aklın beyan dışında yoğun bir şekilde çalıştırılmasıdır.

İlhami Güler, Muhammed Arkoun’un düşüncelerini şu şekilde değerlendirdi: Muhammed Arkoun’a göre Kur’an metnine baktığımızda mecazlarla dolu metaforik bir anlatım görürüz. Fakat Kur’an’daki bu din dili Ortaçağ’da fakihler ve kelamcıların elinde dogmatik ve olgucu bir yapıya büründü. Bu dogmatik akıl büyük ölçüde Yunan düşüncesinin kalıpları ve epistemolojisiyle kurulmuştur. Arkoun’a göre İslam dünyasının bundan kurtulması gerekir. Arkoun’un düşüncesinde bütün insanlık tarihi, akıl, hakikat ve tarih arasındaki diyalektik ilişkiye dayanır. Bu ilişki devamlı bir şekilde devam eder. Arkoun, çözüm önerisi olarak Antropoloji, Semantik, Biyoloji, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Din Fenomolojisi ve Tarih Psikolojisi’nden faydalanarak müslümanların Orta çağ’da ürettikleri aklın çözümlenmesi ve yeniden inşa edilmesi gerektiğini söyler.

İlhami Güler’in çalışmalarına değindiği bir başka isim Hasan Hanefi idi. Hasan Hanefi, ‘Akideden Devrime’ isimli beş ciltlik eserinde Kelamın bütün ana meselelerini el alışp fenomolojik yöntem kullanarak yeni bir içerik kazandırmaya çalışmıştır. Güler’e göre bu yeni içerikte Hasan Hanefi fenomenoloji eksenli olarak düşüncesini inşa etmiş ve bu yöntemle fıkıh usulünü araştırmıştır. Spinoza ve Marxist düşünceden etkilenmiştir. Onun temel amacı klasik konuları yeni bir muhtevaya kavuşturmaktır. Hanefi’ye göre Orta çağdaki Kelam, olaylara teolojik bir gözle bakıyordu, oysa günümüzde konulara antropolojik bir gözle bakmak gerekir.

İlhami Güler’in konuşmasında fikirlerini değerlendirdiği son isim Türkiye’de çalışmaları yeni tanınmaya başlayan Faslı dil bilimci ve mantık felsefecisi Taha Abdurrahman oldu. Güler, Taha Abdurrahman’ın Cabiri’nin metoduna karşı çıktığını belirterek, metodolojisine değindi. Güler şu değerlendirmelerde bulundu. Abdurrahman’a göre İslam düşüncesinde üç türlü akıl vardır. el-Aklu’l-mücerred (soyutlamaya dayalı akıl), İslam felsefesinde ve kelamda ortaya çıkan akıl mücerred akıldır. Bu akıl semboliktir, sunidir ve varoluşsal değildir. Soyutlamaya dayalıdır ve bu üç nitelik nedeniyle dini hakikate nüfuz edemez. İkincisi el-aklu’l-müsedded (yönlendirilmiş akıl), âyetlerle yönlendirilmiş aklı ifade eden bu gruptaki düşünce tarzında nasların çerçevesi içinde düşünme esastır. Abdurrahman’ın önerdiği üçüncü akıl, el-aklu’l-müeyyeddir (desteklenmiş akıl). Bu düşünme tarzı ise Allah tarafından teyid edilmiş aklı ifade eder. Bildiklerimizle amel edersek Allah bilmediklerimizi öğretir, ilkesini esas alır. Buna göre ameller ve ibadetler kişinin kalbine nüfuz eder ve içteki bu değişim ve yenilenme daha sonra tekrar dış dünyaya yansıyarak kişinin amelini değiştirir. Abdurrahman, ahlakla mücehhez olmadan yenilenmeyi anlamsız görür. Abdurrahman’a göre, Allah hakkında bizim yapacağımız tek şey Esmau’l- Hüsna’yı tekrar ederek ve dini ibadetlere devam ederek hakikate ulaşmaktır. İlhami Güler’e göre dini tecrübeye önem veren yöntemiyle Taha Abdurrahman bir bakıma İkbal’in devamı sayılabilir.

İlhami Güler yeni Kelam teorilerine dair değerlendirmelerini bu şekilde belirttikten sonra metodolojiye dair bir kelamcı olarak kendi düşüncesinin temel vurgularına da değindi. Bu minvalde İlhami Güler, Ali İmran suresinin 7. ayetinin müslümanlar için bir ölçü taşıdığını belirtti. Güler’e göre bu ayette Allah müslümanları Yahudi ve Hrıstiyanların düştükleri metodolojik hataya düşmemeleri konusunda uyarmaktadır. Güler, Tanrı üzerine konuşmak konusunda klasik Kelam tarihinin Yunan felsefesinin varlık-varoluş kategorileri üzerinden tanımlamalarda bulunduğunu ve bunun Kur’an’ın Tanrı tasavvuru açısından anlamsız bir gevezelik olduğunu vurguladı.

Güler’e göre Ali İmran suresinin 7. ayeti aslında ‘muhkem’ ve ‘muteşabih’ olarak iki farklı ayet grubunun degil, iki farklı varlık alanının bulunduğunu anlatmak için gönderilmiştir. Ve varlığın iki alanı olarak bu iki alanı anlamak gerekir. Gayb alemi ve şehadet alemi. Güler, gayb alemi ve Allah’ın kimliği hakkında, ancak Tanrının konuşabileceğini ve O’nun hakkında konuşmanın, ancak Tanrıya ait bir alan olduğunu ifade ederek O’nun kendi hakkında konuşmasının ise insan için bir lütuf olduğunu belirtti. İlhami Güler konuşmasına Allah’ın Kur’an’da kendisini ‘Esmau’l-Hüsna’ ile tanımladığına ve insanın bu O’nun esmaı hakkında sadece verilenle yetinmesi gerektiğine dair vurgusuyla son verdi.

Oturum katılımcıların yönelttikleri sorular cevaplandırılmasının ardından sona erdi.

Haber: Esra ÇİFCİ DİNDAR (Yüksek Lisans Öğrencisi)